3 Şubat 2013 Pazar

Moralim bozuk diyebilirim.

halimi nasıl açıklarım bilmiyorum. Moralim bozuk diyebilirim. Elindeki iki yüz lirayı nasıl bozduracağını düşünen birine bakan, çulsuz biri kadar bozuk galiba ya da arkadaşlarımdan edindiğim tecrübelere dayanarak söyleyebilirim ki sevgilisinden ayrılmış biri kadar moralim bozuk ve yahut en güzel şöyle açıklayabilirim halimi, böyle büyük bir yazarı elli dokuz yaşında kaybetmiş Rus halkı kadar moralim bozuk. Yağmur yaklaşık iki saat önce başlamıştı. Oturduğum çayhanede kitabın sadece ilk sayfasını okuyabilmiştim. Yağmurun atıştırdığını görünce bir an önce evime dönmek için kalkmıştım. İstiklal’de yer altı trenine doğru yürümeye başladım. Taksim’deki insan kalabalığı yağmurdan hiç etkilenmemiş gibiydi, hala yüzlerce insan birbirine çarparak ilerliyordu. Kitabı ceketimin içine koymuş, kolumu ise düşmemesi için destek yapıyordum. Ben ilerledikçe yağmur daha da hızlanıyordu. Duvar diplerinden hızlı hızlı yürüyordum. Türkiye İş Bankası’nın bozuk bankamatiğinin yağmurluğunun altına sığındım. Üzerindeki su taneciklerini silkip yağmuru izlemeye başladım. Hiç durmayacak gibi yağıyordu. O anda yanıma büyük bir bavulu sürüyerek gelen bir adam yaklaştı. Benim bulunduğum son bankamatik ile Adidas mağazasının arasındaki boşluğa geçip bavulu açtı. İçinden bir şemsiye çıkarıp onu kendine siper yaptı. Diğer şemsiyelerin bir kaçını çıkarıp bavulun önüne serdi. Tam bağıracak diye düşünürken, olabildiğince sessiz, beklemeye başladı. Yaklaşık on dakika kadar yan yana bekledik. Diğerleri gibi “yağmura şemsiye, yağmura şemsiye…” diye bağırmıyordu. Sadece gelen müşterilere “beş lira” diyor. Parasını alıp şemsiye veriyordu. Hatta sırf daha fazla konuşmamak için tek renk şemsiye satıyor diye düşündüm. Bu arada yağmur dinmemekte ısrar edince cüzdanımdan beş lira çıkarıp sol cebime koydum. Karşısına geçip, cevabını bildiğim halde ne kadar olduğunu sordum. “Dört lira olmaz mı?” dedim. “Tamam.” dedi. Sol cebimden beş lirayı çıkarıp uzattım. Bana bir lirayı uzatırken gülerek hangi kitabın böylesine üzerine titrediğimi sordu. Nerden anladığını bilmiyorum. Sadece tahmin ediyor diye düşündüm. Nerden bilebilirdi ki? Sadece şemsiye satıyor. Güldüm. “Boş ver.” dedim. “Sadece merak etmiştim.” dedi. Merak etmişmiş. Önyargılarımın tavan yaptığını hissediyordum. Böyle bir şemsiyeci ve kitap, içimden öyle bir kahkaha attım ki… Aslında Suç ve Ceza mı deseydim diye düşündüm. Eşek değil ya Dostoyevski’yi de bilsin artık. Bir an için kendimi de tatmin etmek amacıyla hızlı bir şekilde “Yukio Mişima” dedim. Aslında hiçbir şey bilmediğini düşündüğüm için utansın istemiştim. Şemsiye satan, saçları beyazlamış bir adam ne bilebilirdi ki? Fakat benim bu cevabıma verdiği cevap önyargılarımın sonu oldu. 9.7 şiddetindeki depreme dayanıklı olduğu söylenen bu yapı, üç dört cümle ile yerle bir olmuştu. Ve ben o kadar utanmıştım ki bana çarpan her yağmur tanesiyle eriyip gidiyordum. Sadece gözlerim, iki taş arasına sıkışmış kalmış, hayran hayran beyaz saçlı şemsiyeci adama bakıyordu. “Bir Maskenin İtirafları, severim o yazarı. Uçurum yazar olarak da bilinir. İntihar eden sayılı yazarlardandır. Neydi? ‘Güzellik dehşet verici ve korkunç bir şeydir.’ Bu sözü Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler kitabından alıntı yapmış. Kimden etkilenmesi gerektiğini iyi biliyor. Dostoyevski, büyük yazar. Biliyor musun? Sadece elli dokuz yıl yaşamış ve ne eserler vermiş. Aynı Mozart gibi, o da sadece otuz beş yıl yaşayabilmiş. Karamazof Kardeşler deyince, okudun mu?” “Hayır!” Utanarak sıkılarak söylenen bir hayırdı bu. Okumuş olsam bile şu üç dört dakikada unutmuştum. “Bence okumalısın, hiç bekleme, hatta yarın oku. Yok yok, sen ilk önce ilk romanı İnsancıkları oku, sonra onu okursun. Sonra sadece yirmi beş günde yazdığı Kumarbazı oku, sonra yazarlıkta devrim niteliğindeki, psikolojik devrim niteliğindeki Suç ve Ceza’yı oku. Sonra, sonra, sonra… Özür dilerim Dostoyevski hakkında konuşmaya başlayınca kendimi durduramıyorum. Ama düşünsene bi sara hastası, yargılandıktan sonra idam cezasına çarptırılan ve infazından sadece bir dakika önce affedildiğini öğrenen biri, tam dört yıl kürek cezası, işkenceler… Ve bunca olaydan sonra bunca güzellikte bunca kitap…” Sonrasında bana bir şeyler söyledi mi bilmiyorum. Bir film sahnesi gibiydi. Etraf kararmaya başladı. Sol tarafımdaki Adidas yazısı yavaş yavaş silinmeye başladı. Didas, idas, das, as, s… Ak saçlar da gitti, çenesi kayboldu, bıyıklar da ve en son dudağı da… Ve ben, eriyip gittim. Utancımdan. Koluma vurduğunda kendime geldim. “Şemsiyeni açsana, ıslanıyorsun.” dedi. Teşekkür ettim. “Bu arada okurken dikkat et. Kitapta alıntı yaptığı bir yazar da Stefan Zweig. İlginçtir o yazar da intihar etmiş. Hatta o eşiyle beraber intihar etmiş. Onun da son kitabı Satranç’ı okumalısın.” Bilincimi kaybetmiş gibiydim. Elimdeki bir lirayı da uzattım. Niye uzattığımı sordu. Bilmiyordum, ben de yanıtlamadım. “Dur bir dakika” diyip sırt çantasını karıştırmaya başladı. “Madem Karamazof Kardeşler’i okumadın. Sana bir kitap satayım.1940 basımı, her yerde bulamazsın. Çevirisi de güzel. Hem bak bu kıyağımı da unutma. Hiç kimse bu kitabı bir liraya satmaz” dedi, gülümseyerek kitabı uzattı, bir lirayı alırken. Teşekkür ettim ve arkama bakmadan uzaklaşmaya başladım. Onu unutmayacağım için, hep öyle hatırlamak için arkama bakmadan uzaklaştım. Hatırlayacaktım, gülerken. Ve şimdi, moralim bozuk. 1881 yılında elli dokuz yaşındaki dahisini kaybetmiş Rus halkı kadar moralim bozuk. Aslına bakarsanız bir günüm daha çok karlı geçmişti. Sadece beş liraya; sistemli çalışan bir yıkım ekibine gerek duymadan önyargılarımı yıktırmıştım, kitapların ıslanmaması için bir şemsiye ve 1940 basımı Karamazof Kardeşler almıştım ve en önemlisi güzel bilgilerle süslenmiş bir anı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder